13 Ağustos 2018 Pazartesi

Christopher ve Winnie


Bir insan çocukluğunu terkettiği anı tam olarak bilebilse, hatta Hansel ve Gretel'deki ekmek kırıntıları misali döneceği yolu işaret edebilecek izler bırakabilse büyümek dediğimiz şey ile çocukluğu arasında daha sağlam bir bağ oluşturabilir miydi diye hep düşünmüşümdür.

Peki büyümek tam olarak nedir? Hayallerinden vazgeçmek, sözüm ona dünya düzenine  uyum sağlayabilmek mi yoksa sadece yaşının ilerlemesi kırışıklıklarının artması mı...

Bugün izlediğim Christopher Robin filmi Winnie the Pooh, Tigger gibi çocukluğumun kahramanlarıyla buluşturdu beni, biraz gözü yaşlı, çokça gülümseyerek. Küçükken kaybettiğim bir oyuncağımın birden önüme çıkması gibiydi filmi izlemek.


Kendi yarattığı kahramanları unutması belki de büyümenin en acımasız tarafı. Zamandan bahseden herkes ne kadar çabuk geçtiğinden bahseder de neleri unutturduğunu söylemez, tıpkı zamanın kendisi gibi. Bir şeyler yapmak, hep daha iyisine çabalamak, başarmanın verdiği bir tutam bal lezzetini bir kere tattıktan sonra kopamamak, koyvermemek hapseder insanı. Oyca Christopher'ın da dediği gibi 'bazen hiçbir şey yapmamak yapılacak en iyi şeydir'. 

Bazen resme uzaktan bakabilmek, ya da hayatından uzaklaşıp kuş bakışı izleyebilme cesareti gösterebilmek gerekir, belki de hiçbir şey yapmamak gibi görünen tavır tam da budur.

Aslında hiçbir şey yapmamak, belki de çok şey yapmaktır.


Filmde bizleri etkileyen bu hikayenin gerçeği neydi peki?

Kimdir gerçekte Christopher Robin?

Elbette aynanın diğer tarafı göründüğünden biraz farklı.

Gerçek Christopher anne ve babasıyla değil, onların sıkça çıktığı gezilerden dolayı dadısıyla büyür. Bir süre sonra annesi evden ayrılıp dadısı da bir süre onunla gidince babasıyla daha sık vakit geçirmeye başlar. Dolayısıyla babası da Christopher'ın oyunlarını yakından izleme ve öğrenme fırsatı edinir.

Christopher ve babası

Babası A.A. Milne, Christopher'ın hayal dünyasının ürünleri olan arkadaşları Piglet, Winnie, Tavşan ve diğerleriyle tanışır. 1926 yılında bu kahramanların yer aldığı ilk kitap yayınlanır, sonrasında anlaşmalar, para ve şöhret artık onların yepyeni bir hayata dahil olmasını sağlar. 

Christopher ve gerçek Winnie

İlerleyen zamanlarda annesi Christopher'ı sürekli röportajlara götürür ancak bu Christopher'ın hiç hoşuna gitmemektedir. Ailesinin aksine o belki de kendi dünyasındaki arkadaşlarının bu şekilde kullanılmasından hoşlanmamaktadır.

Yatılı okula giden, zor günler geçiren, babasının ilgisini bile yalnızca çıkar amaçlı gibi gören Christopher öyle bir noktaya gelir ki bütün bu şöhretten paradan hatta arkadaşı Winnie'den bile uzak durmak ister, hatta büyüdüğünde kitaplardan gelen geliri de reddederek bir kitapçı açar, hayatını sade bir şekilde sürdürür.

Christopher'ın gerçek oyuncakları

Hikaye'nin Disney versiyonu, gerçek hikayeye mutlu bir son yazarak Christopher'a belki de hayal dünyasındaki mutluluğu geri vererek saygı duruşunda bulunmuş, hangi yaşta olursa olsun.
Ancak unutmamak gerekir, gerçek hayat her zaman masalsı değildir, her hikayenin bir de diğer tarafı vardır ve bu ne yazık ki Christopher için üzücü sonuçlar doğurmuş. 


Hayal kurmaktan vazgeçmeden, ancak hayallerimiz arasında da kaybolmadan yaşanabilecek bir hayat kurabildiğimizde belki de çocukluğumuza veda etmeden onu içimizde yaşatarak mutluluğu yakalayıp hayatımıza devam edebiliriz. Christopher'ın da dediği gibi hayaller bedava mutlu olmak için balondan fazlası gerekir. Ben ne mi yapıyorum, hala kahramanlarımı terk etmiyorum, başka çocukların kahramanlarını izlemek için de animasyonları ve çocuk filmlerini kaçırmıyorum. Siz de deneyin, kim bilir belki işe yarar 😊


Disney'in Christopher Robin filmi yönetmen Marc Foster'ın Peter Pan'ın yaratıcısı J.M.Barrie'nin hikayesini anlattığı 2004 yapımı "Finding Neverland" filmiyle aynı tonları yakalayan, oyuncularından aldığı güçle oldukça duygusal ve ketifli zaman geçirten bir yapım. Hikayenin aslına sadık kalan diğer bir versiyonunu anlatan Simon Curtis'in yönettiği 2017 yapımı  "Goodbye Christpher Robin" filmini de bir yere not etmekte fayda var, eğer Christopher'ın gerçekte kim olduğunu merak ediyorsanız.

3 Ocak 2018 Çarşamba

Beyazperdede Müzikaller ve "The Greatest Showman"

Lumiere kardeşlerin hayalleriyle ilk adımları atıldığından beri sinema aslında varolan duygular ve olaylar kadar varolmayanları da aktaran bir araç olmuştur. Bilinmeyen her zaman ilgi çektiğine göre  masal anlatmanın da daha güzel bir yolu da düşünülemez elbette. Beyazperdede son 20 yıllık süreçte ortaya çıkan müzikaller ise bu masalsı yapıyı en renkli ve şatafatlı anlatan filmler olmuştur.

Sinema tarihine bakıldığında sessiz filmler ve sesli filmler olarak iki döneme ayırsak bile sessiz film döneminde de salonda müzik yaparak filme eşlik eden müzisyenlerin olduğu, yani müziğin bir şekilde hep sinemanın bir parçası olduğu unutulmamalıdır.

İlk sesli çekilen film olan 1927 tarihli "Jazz Singer" ın ardından müzikallerin belli başlı bir tür olması için çok uzun bir zaman geçmemiş, 1929'da bu türün ilk örneği olarak kabul edilen "Broadway Melody" çekilmiştir.

Müzikaller de kendi içlerinde birçok alt gruba ayrılabilir aslında. Öyle ki 30'lardan sonra FOX, PARAMOUNT gibi büyük film şirketleri zamanla kendi türlerini oluşturmuşlardır. Birçoğu halihazırda sahne için hazırlanmış gösterilerin filme alınmasıyla çıkan pozitif etki eden ve danslı olan bu filmler Fred Asteire-Ginger Rogers gibi ikililer de çıkarmıştır. MGM firması ise direkt olarak sinema için tasarladığı "Singing in the Rain", "Easter Parade" gibi eserleri kazandırarak türe başka bir boyut kazandırmıştır.

Yükselen maliyetler, sosyopolitik yapının değişimi gibi sebeplerle tür giderek kan kaybetmiş, insanların ilgisi azalmıştır. 70'lerde Martin Scorsese'nin "new York New York", Milos Forman'ın "Hair" gibi kalburüstü filmleri de önemli örneklerdendir.

Ne olmuştur da bu denli keyifli bir tür üzerindeki ilgiyi kaybetmiştir? Acaba artık birden durup şarkı söyleyen insanlar sıkıcı mı geliyordur insanlara, hem de sinema sanatının imkanları gelişen teknolojiyle iyice genişlemişken?


Birçok soru sorulabilir ancak en güzel cevabı 2001 yılında Baz Luhrmann olağanüstü bir postmodern yaklaşım ile yarattığı "Moulin Rouge" ile verir. Bana göre gelmiş geçmiş en önemli müzikal filmlerden biri olan filmi bu kadar özel yapan şey sadece içerdiği trajedi ve güçlü oyunculuklar değil, farklı dönemlerden müzikleri biraraya getirebilme becerisidir.  2002 tarihli "Chicago" ise bir Broadway müzikali olarak yıllar boyunca beyazperdeye aktararılamayacağı düşünülürken yönetmen Rob Marshall'ın  zekice yarattığı reji ile benzerlerinin arasından sıyrılır ve Oscar'a uzanır. Belki de uyarlama çalışmalarda artık farklı denemeler yapılması gerektiğini düşünen yapımcılar "Sefiller" filminin müziklerini önceden kaydetmek yerine film çekilirken canlı olarak kaydetmeyi tercih ederler. Sonuç harika olur, Hugh Jackman'ı parlattığı gibi Anne Hathaway'e de Oscar kazandırır.


 Geçtiğimiz yıl rekorlar kıran "La La Land" ise aslında 30'lar ve sonrası stüdyo müzikallerine bir saygı duruşu niteliğindedir. Tabi hepimize nostaljik  gelse ve çok beğenilse de benzer yapıda bir film daha çıksa aynı şekilde ilgi göreceğini sanmıyorum çünkü o günlerden bu günlere sadece sinema sanatı değil dünya da değişti, başkalaştı.

 Müzikal seven bir müzisyen olarak elbette "The Greatest Showman" filmini merakla bekliyordum. Ülkemize çok yansımasa da (çok az salonda gösterime girmesinden de anlaşılabilir) sosyal medya üzerinden ciddi şekilde tanıtımı yapılmıştı.  Hatta başrol oyuncularından Keala Settle için o kadar iddialı söylemler vardı ki, "Dreamgirls" filminde Jennifer Hudson'ın birden yıldızının parlayıp Oscar alması gibi büyük bir patlama yapacağına inanıyordum, nitekim izlediğimde de sesi açısından oldukça başarılı olduğunu gördüm.

Hugh Jackman'ın çok yönlü bir aktör olduğu, harika şarkı söylediği zaten bilinen bir gerçek. Bu filmde de bütün beklenilenleri veriyor. Canlandırdığı P.T.Barnum karakteri gerçek hayatta çok da iyi anılmayan, "Ne olursa olsun şov devam etmeli", "Reklamın iyisi kötüsü olmaz" gibi tartışılabilir sözlerin sahibi, şov dünyasının bugünkü haline gelmesine ciddi temeller yaratmış bir adam. Yaptığı işin etik açıdan çok tartışmalı olduğu aşikar ancak filmde çok da öyle yorumlanmamış, hatta farklı problem ya da engellerle hayattan uzak kalmış kişileri biraraya getirip onların kendilerine güvenmelerini sağlamış bir karakter olarak işlenmiş.

Film her ne kadar başından sonuna akıcı bir şekilde devam etse de Zac Efron gibi yapay bir oyuncu tek başına havayı bozabiliyor. Diğer taraftan müzikler bir müzikal için yeterli değil, yeterince akılda kalıcılığı yok. Filmin üslubu da biraz karmaşık, yer yer fazla teatral oluyorken kimi zaman daha gerçekçi bir reji görülüyor. Michelle Williams her ne kadar çok sevdiğim bir oyuncu olsa da bu filmde neden var, ne katabilmiş ya da karakteri neden bu denli 2 boyutlu olarak kalmış düşünmek lazım. Keala Settle gerçekten çok iyi bir sese sahip, ancak canlandırdığı karakterin onu Jennifer Hudson'ın Dreamgirls'te canlandırdığı Effie gibi taşıyabileceği bir yer yok, çokça pazarlanan "This is Me" bence yeni bir "And I am Telling You" olmaktan uzak. Filmde opera sanatçısı olarak tasvir edilen ve ortalığı kasıp kavurduğu iddia edilen kadın şarkıcı da opera değil oldukça tekdüze bir şarkı söylüyor, o şarkıyla ortalık kasıp kavruluyorsa ne ala...

Filmin en iyi tarafı elbette Hugh Jackman. Her ne kadar keyifle izlenebilen bir film haline getirse de birçok açıdan yapım Jackman'a birkaç gömlek küçük gelmiş. Eğer "Moulin Rouge", "Chicago" gibi dev bir film beklentisiyle gitmeyecekseniz keyifle izlenebilir ancak büyük umutlar beslememek lazım. Kendini geleceğe taşıyabilecek bir yapım olmamakla birlikte, kendi çapının farkında olduğunu da hissettiriyor.

Hala masallara inanan müzikal sevenler, bu masalı da izleyebilir.

Not: Eğer hala izlemediyseniz güzel bir müzikal film olarak vizyondayken ne yazık ki hakertiği ilgiyi göremeyen, müziklerini çok sevdiğim İtalyan besteci Andrea Guerra'nın yaptığı, Rob Marshall'ın "Nine" filmini izlemenizi öneririm.

Barış Kerem Bahar
Ocak 2018



17 Ekim 2017 Salı

'Dokunmadan'

'Ne aradığını bulursan, aradığını da bulacaksın.'

Aslında en zoru harekete geçmek diye düşünürüz çoğu zaman, en konforlu bahanemizdir bu yapmadıklarımız için. Bir kalksam bütün evi temizlerim, ah bir başlasam kitap zaten biter, haftaya pazartesi diyete başlıyorumlarımız hiç bitmez. Hele iş ilişkilere gelince -ki bahsettiğim sadece duygusal değil her türlü insan ilişkisi, arayışlar hiç bitmez. Daha girişkeni, daha güzeli daha centilmeni, daha eğitimlisi daha daha daha... Hiç bitmeyen bu dahaların sonu asla gelmez, gelse de tatmin etmez. Aslında problem yalnızca harekete geçmek değildir sadece, ne aradığını bilmektir önemli olan. Bazen yolun sonuna yaklaşırken netleşir bu insanın kafasında, tıpkı Adalet' in hayatında olduğu gibi.

Nermin Yıldırım ismini ilk defa İzmir Kitap Fuarı'ndaki 'Kitapağacı' buluşmamızda duymuştum. İki arkadaşım imza günü için onu bekleyeceklerini söyledi. Tabi o sırada darı ambarına bırakılmış aç tavuklar gibi standdan standa sürüklendiğimiz için ben ne kitabını aldım ne de imzalattım. Herşeyin doğru bir zamanı olduğuna inananlardanım. Demek eserleriyle tanışmak için birkaç ay daha geçmesi gerekiyormuş. Bu ay okuyacağımız yazar olarak kendisini seçtik ve ben de 'Dokunmadan' kitabını tercih ettim. Türlü kargo problemlerinden sonra elime ulaştı.

Fazlaca paylaşılan kitap fotoğrafları, basın tarafından adeta pompalanan yazarlar ne yazık ki ilgimi ilk başta çekmese de bütün kitapsever arkadaşlarım aynı ağızdan ne denli etkilendiklerinden bahsedince merakım arttı. Bu şekildeki meraklar nadiren insanı güzel bir sonuca ulaştırır çünkü yükselen beklentilerin altında kalma ihtimali yüksektir gerçek olanın.

Geçtiğimiz günlerde bir akşam kahvemi aldım, okumaya başladım.
'Öleceğimi öğrenince çok şaşırdım' cümlesiyle başlıyor roman ve daha ilk cümleden diyor ki bu, sonucu değil süreci merak edeceğin hikayelerden.

Bir yol hikayesi bana göre bu kitapta anlatılan. Adalet' in belki de çok fazla seçeneği olmadını fark ettiğinde karar vererek çıktığı bir yol. Yaşanmışlıkları ve pişmanlıklarının onu ittiği bir yol belki de. Bir suçluluk duygusu var içinde onu derinden sarsan, bir türlü mühürleyemediği, dağlayamadığı bir yarası var. Oysa gizlenen ve saklanan yaraların ne iyileşmesi mümkün ne de unutulması. İşte bu yüzden Adalet için bu yol gerekli, bu yol şart...

Adalet'in suskunluğu her ne kadar vazgeçmişliğindenmiş gibi ifade edilse de aslında Hülya'nın benliğiyle dile geliyor. Bir güvensizliği var hayata karşı. Kırgınlıklarını perçinleyen bir özsavunmanın sonucu olarak kendi kendini parçalara ayırarak oluşturduğu bir zırhı var. Bundan ötürü birkaç adım uzak duruyor, dokunmadan dokunamadan...
Yayınevi ve editöre de değinmeden geçemeyeceğim doğrusu. Uzun zamandır okuduğum kitaplar arasında anlam ve imla problemi hiç yakalayamadığım tek kitap. Özellikle Türkçe olarak yazılmış kitaplarda imla problemi görmek kesinlikle keyif kaçıran bir durum, hatta bazen kitaptan soğumanıza, yayınevine uzak durmanıza neden olabiliyor. Hep Kitap gerçekten çok özenli bir baskı hazırlamış. Yazarın diğer kitaplarını da tekrar basan Hep Kitap için kapak tasarımlarını da Yetkin Başarır yapmış. Aynı yazarın farklı kitaplarının kapaklarının belli bir konsept gözetilerek hazırlanmasıyla son dönemlerde sıkça karşılaşır olduk, bu baskılar da en iyi örneklerinden diyebilirim.

Bazı hikayeler insanın suratına çarpar sert keskin bir rüzgar gibi, içine işler geçer. Bunu ne tek bir insanın ne de ne tek bir duygunun gerçekleştirmesi mümkün değildir. İşte bu yüzden anlatan ve nasıl anlattığı kıymetlidir, en az yaşayan kadar. Bitirdiğimde saydım ki 22 yeri postitlerle işaretlemişim, altı çizilecek tekrar okunacak o kadar çok cümle var ki... Nermin Yıldırım vazgeçemeyeceğiniz bir yazar olacak, kütüphanenizde ona ve kitaplarının bu nitelikli baskılarına yer ayırmanın vaktidir.

Barış Kerem Bahar

Ekim 2017

30 Eylül 2017 Cumartesi

Haneke Sineması Üzerine...

Rahatsız olmak ve rahatsızlıklarımızla yüzleşmek  bizleri o rahat koltuklarımızda irkilten, kafalarımızı karıştıran ve konforlu alanımızı sarsan bir durumdur. Sorsanız herkesin araştırma kitapları okuduğu, belgeseller izlediği bir dünyada yaşıyoruz. Herkes gülmek eğlenmek istediğini söylüyor, huzurdan ve olumlamalardan bahsediyor. Peki en soğukkanlı seri katillerin bile çok sıradan görünen mutlu aile tablolarından sıyrılıp geldiğini 
düşünürsek gerçek olan ne ve gerçekçilik ne ölçüde mutlu olmamızı sağlıyor?

Sanatın sarsıcılığı üzerine her sanatçıdan aynı adımları beklemek mümkün değil elbette. Hele konu sanatın en kollektif dalı olan sinema olduğunda, ana akım sinemacıların belli kaygılardan dolayı hareket alanlarının kısıtlı olduğu da bir gerçek. İşte tam bu noktada cesaret belki de sanatçıyı yaratıcılığının da desteğiyle diğerlerinden ayrıştırabiliyor ve bir gerçek de var ki çekilen acılar her alandaki sanatçının cesaretini harlanmış bir ateşe çevirebiliyor. Örneğin Frida Kahlo... Henüz çok genç yaşlarda hayatını değiştiren bir kaza başına gelmeseydi giydiği ve hayatını acılara boğan o korseleri kumaşlarla ve boyalarla süsleyeceği bir yaşanmışlığı olamayacaktı. Bazı farkındalıklar da tıpkı Kahlo'nunkinde olduğu gibi ancak yaşanmışlıklarınızla doğru orantılı. Burada Kahlo'yu ayrıştıran ve sanatçı yapansa belki de onlarla yüzleşebilme cesareti.

Yüzyılın en önemli sinemacılarından Haneke diyor ki "insanın acı çekmesi doğal ve gerekli". İlk izlediğim Haneke filminin üzerimde yarattığı etkiyi düşünüyorum.

Ülkemizde ne yazık ki az sayıda izleyicisi olan yönetmenin o filminde de salondaki birkaç izleyiciden biriydim. "Funny Games" beni ciddi ölçüde rahatsız etmişti. Açılış sahnesinde radyodaki klasik müzik eserlerinin bestecilerini tahmin etme oyunu oynayan mutlu bir aile, ekrana tezat bir müzikle gelen filmin ismi ve ilerledikçe bir taraftan rahatsız eden bir taraftan da izlemekten kendinizi alamadığınız bir film. Haneke ilk filmlerinden itibaren eleştirel bir tutumla yaklaşır burjuvazi monotonluğuna. Filmlerini izlediğinizde sanki siz dinlenmek isterken birinin sürekli gelip kapıyı çalmasındaki rahatsızlığı hissedersiniz ki zaten hedef de budur, gözleri ve kulakları hissizleşmiş modern dünya insanının artık körelmiş  reflekslerini işler hale getirmek. "Benny's Video" filminde ele aldığı ailenin bir cesedi ortadan kaldırdığında cinayetin de işlenmediğini varsayacak olması tam da Haneke'nin üslubuyla günümüz modern aile ahlakının çöküşünü yüzümüze vurur. Gelinen nokta ne yazık ki halının altına süpürülen arızalardan arta kalanlarla üç maymunun oynandığı çürük bir ahlaki anlayıştan ibarettir.

İspanyol sinemacı A.Amenabar'ın ilk uzun metrajlı filmi "Tesis" gerçek cinayetleri filme alan bir şebekeyi anlatır. Açılış sahnesi bir metro istasyonunda geçmektedir. Büyük bir gürültüyle metro birdenbire durur, biri kendini raylara atmış ve cesedi parçalanmıştır. Peki neden herkesin aksi yöne gitmesi beklenirken bir şekilde o görüntüleri görebilmek için olay yerine doğru yönlenirler? Kendi hayatlarındaki çürümüşlüklere karşı sağırlaşan insanlar için neden başkalarının yaşadığı vahşet ilgi çekici olabilir? Bir binanın tepesine intihar etmek için çıkan kişinin ne kadar çok izleyicisi olduğunu düşünün, ya da köprünün korkuluklarına çıkıp kenidni boğazın sularına atmak isteyen birinin çevresinde toplanan insanları. Kaçının derdi o kişiyi kurtarmaktır, kaçının derdi izlemektir? İzlemek, seyirci kalmak insanı kötü mü yapar? Bir yakınınızı hastanede ziyarete gittiğinizde hasta insanları gördüğünüzde "iyi ki hasta değilim" diyerek şükretmeyenimiz var mı? Cinnet getiren insanların haberlerini duyduğumuzda bu sanki bizim başımıza asla gelemez gibi düşünülür, şiddet intihar gibi kavramlar upuzak coğrafyaların ürünüdür gibi burun kıvırılır ama gazetelerin üçüncün sayfalarında malzeme edilen bu olayların kahramanları da içimizden insanlardır. Kimse bir banka şubesine silahlı soygunda öldürüleceğini düşünerek gitmez. Büyük travmalar ufacık bir mimikten bile ortaya çıkabilmektedir. Bunu biraz da kelebek etkisi gibi düşünmek gerekir.  İşte Haneke sinemasının çıkış noktası da biraz bu rahatsız etme ve gerçekle yüzleştirme arzusudur. Unutmamak gerekir ki gerçek olmayan şey rahatsız etmez, iş ki o gerçeklikle yüzleşilebilsin. Bu yüzleşmelerin tercih olduğunu düşünürsek de bir noktada karakterimizi de belirleyen etkidedir. Haneke sinemasında olabildiğince müzik kullanmaktan kaçınır çünkü anlatımını kuvvetlendirmek için böyle bir unsura ihtiyaç duymadığını belirtir.

Çoğu zaman şiddet pornografisi yapmakla itham edilir Haneke, oysa onun için bu yersizdir çünkü cinayet, tecavüz gibi olaylar şiddet içerir ve bunu anlatırken durumu hafifletmek, yumuşatmak açıkça yalan söylemek, izlenir kılabilmek adına durumu adeta meşrulaştırmaktır. Halihazırda rahatsız edici bu olaylar anlatılırken izleyici rahatsız olmalı, gerçekle yüzleşmelidir.

Oscar ve Altın Palmiye  ödüllü "Aşk" filmini ele alalım mesela, iki karakterin tüm yaşanmışlıklarını görmezden gelerek olayları yargılamak, bir nevi o en derinlerdeki çatlakları süslü sözlerle kapatmaya çalışmak yine gerçeklikten kaçarak ağdalı bir romantizmden başka bir şey sunmaz. Yönetmen aslında karakterler üzerinden toplumsal gerçeklikleri belki de bir çok anlatıcının yapamayacağı, kapitalist düzende maddesel kaygılarla tercih etmeyeceği şekilde pürüzsüz aynalar tutarak izleyiciye yansıtır.

Beni en çok vuran tespitlerinden biri de şudur. Haneke'ye göre eğer çocukları gerçek anlamda duyarlı ve entellektüel yapılarını güçlendirmeden televizyon karşısına oturtursanız bir noktadan sonra savaşta ölen çocuklarla filmlerde ölen insanların gerçekliğini birbirine karıştırmaya başlarlar, bu onları gerçeklikten uzak bir duyarsızlığa hapseder.

Haneke'nin yeni filmi "Happy End" 13 Ekim 2017'de ülkemizde vizyona girecek. Hanele filmlerinin konuları birkaç giriş cümlesiyle anlatılabilir ancak etkisini ancak izleyince hissedersiniz. Bu film için de genel olarak yakınlarında yaşayan mültecilere karşı kayırtsız kalamayan bir ailenin hikayesi denilebilir. Haneke aynı oyunculara farklı filmlerinde yer vermeyi seven bir yönetmen. Bu filmin başrollerinde Fransız sinemasının yaşayan en önemli aktrislerinden Isabelle Huppert, Aşk filminde de başrolde oynamış Jean Louis Trintignant ve Mathieu Kassowitz var. Öncesinde tavsiye edebileceğim birkaç Haneke filmiyse Benny's Video, Piyano Öğretmeni ve Cache. Yaşayan en önemli sinemacılardan olan Haneke'nin sarsıcı ve gerçekçi üslubunu sevenler için umuyorum ki Happy End ülkemizde çok sayıda salonda vizyona girerek seyirciye ulaşabilir.
Barış Kerem Bahar
Eylül 2017

12 Eylül 2017 Salı

Uzakdoğu ve Tanizaki


Yeni bir yazar tanımak hiç tadılmamış bir meyveden aldığınız ilk ısırığa benzer. Damakta bırakacağı lezzet heyecan ve merakla beklenir. Uzakdoğulu yazarlar beni hiç bir zaman yanıltmamıştır bu "lezzet" konusunda.

Yüksek lisans yıllarımda İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nın karşısındaki kitapçılar ders aralarında en çok vakit geçirdiğim yerlerdi. YKY'nin raflarında daha önce tanımadığım Kazuo Ishiguro'nun "Beni Asla Bırakma" kitabını alıp nasıl büyülendiğimi, sonra ardı ardına okuduğum kitapları "Uzak Tepeler" ve "Günden Kalanlar" ile bu büyünün bir tesadüf olmadığını anlamıştım.

Uzakdoğunun kendine has konservatif bir yapısı vardır. Tarihsel süreçte bakıldığında uzaktan sanki kapalı kutu gibi görülen  bu ülkelerin içine dönük yapısı aslında diğer taraftan kültürel yapılarını koruyarak güçlendirir, benzersiz kılar. Bu durum uzakdoğulu insanların karakteristik yapılarının daha özgün olmasını güçlendirmekle birlikte sanatın tüm dallarına da yansır. Örneğin Hong Kong'lu yönetmen Wong Kar-Wai'nin filmlerini izlediğinizde sizi başka bir evrene taşımakta güçlük çekmediği gibi, karakterlerinin herbirinin en ücra derinliklerini bile şeffaf bir şekilde göstermekten çekinmediğini farkedersiniz. "In the Mood for Love" filminde de, "Lust,Caution"da da olaylar değil kişiler benzersiz şekilde dürüstçe önplandadır. Bir yerden sonra bu gerçekçi tavır karşısında savunmasız kalır, en inanılması güç durumlarda bile empati kurabilirsiniz.

Batıdan farklıdır uzakdoğu insanı. Çoktan unutulan zerafet, onların sonradan tanıştıkları bir kavram değil, varoluşlarının bir parçasıdır. Onların gurur ve onuru herşeyden önplandadır. Örneğin Japonlar için selamlaşmak içinde saygı barındıran bir ritüeldir. Hafif öne eğilerek gerçekleştirilen "ojigi" aynı zamanda özür dilemek için de yapılır. Onlara göre dolu başağın başı eğilir, saygı boşyere gösterilen değil hakedilen birşeydir, eğilmek ise erdemli bir harekettir. Uzakdoğu kültüründe yanlış yapan insan bunu önce kendisi kabul edecek kadar dürüst olmalıdır. Dolayısıyla yaşayışlarını yansıttıkları için sanatsal olarak da şeffaf bir doku oluşur eserlerde.

Yine bir yazar keşfetme isteğiyle elim rafa gittiğinde karşılaştım geçenlerde Tanizaki'nin "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Kadın" kitabıyla. Yayınevleri konusunda artık tutucu hale gelmeye başlamış olsak da ben cesaretli davranmaya çalışanlardanım diyebilirim. Öncelikle simgesel kapak çalışması harika. Jaguar yayınlarının baskı kalitesi oldukça özenli ve kaliteli. Kitabın iç sayfasındaki biyografiye şöyle bir göz atınca da yazarı merak edip aldım.

1886 Tokyo doğumlu Tanizaki kariyeri boyunca birçok prestijli ödül almış, Poe, Sade ve Oscar Wilde'dan etkilenmiş. Tabi bu isimleri birarada görünce insanın kitaptan beklentisi daha sert ve cinsellikle harmanlanmış bir metin oluyor. Oysa kitap çok naif, incelikli, hassas insan ilişkilerini anlatıyor.

Fukuko ve Şazo yeni evlenmiş bir çifttir. Şazo'nun eski eşi Şinako ise evlilikleri sırasında pek de itibar etmediği kedileri Lili'yi almak istiyordur. Lili'yle oldukça kuvvetli bağları olan Şazo için bu başta kabul edilmez bir istektir. Zamanla karakterlerin istedikleriyle elde ettikleri hiç de tahmin etmedikleri sonuçların ortaya çıkmasına neden olacaktır.

İnsanların arasındaki fikir ayrılıkları ve cümlelerine koydukları virgüller, o hiç de önemli olmadığını düşündükleri bir kaç dercelik açılar gibidir. Başlangıçta hala tutabildikleri eller, birkaç adım sonra uzanılamaz ayrılıklara sebep olabilir. Ufak bir nefes tıpkı kelebek etkisi gibi tahmin edilemeyen depremlerin habercisidir aslında.

Tanizaki temelde bu 4 karakteri (kedinin başrolde olduğunu düşünerek söylüyorum) ele alarak sıradan gibi görünen bir hikayeye teleskobunu çevirmiş. Hoş, kedi besleyenler bilirler ki onların içerisinde olduğu hayatlar artık sıradan değildir. İnsanlar bazen istediklerini saplantı haline getirdiklerinde isteklerinden uzaklaşabilirler. İşte tam da bu yüzden soğukkanlılıkla bazen birkaç adım geride durup resme uzaktan bakmakta fayda vardır.

Başta da belirttiğim gibi uzakdoğulu yazarlar imkansızı olağanlaştırmada usta oldukları gibi olağan görünenin derinliğini hiç ummadığınız kadar görünür de kılabilirler. Tam da bunu yapmış Tanizaki. Gayet güzel olan bu baskı hem yazarla hem de Lili 'yle tanışmak için harika bir fırsat.

Barış Kerem BAHAR
Eylül 2017