15 Ağustos 2015 Cumartesi

Scala'da İki Prömiyer... Aida ve Die Soldaten...





Bazı isimler , bazı mekanlar özeldir kimileri için. Mesela hep düşünmüşümdir Virginia Woolf yaşasaydı ve sohbet etme fırsatımız olsaydı acaba kitaplarını okuduğumdaki gibi etkilenir miydim, ya da Audrey Hepburn göründüğü gibi içten ve sıcak mıydı, bir kahve içer miydi benimle kahvaltıda… Gidilmemiş yerler de hep gitmeden once insanın içinde tuhaf bir his uyandırır , merak , beklentiler , muhtemel hayaller gibi… Bir müzisyen için sanırım mabet olarak görülebilecek bir yerdir Teatro alla Scala. Sadece yüksek düzeyde gerçekleştirdikleri temsiller açısından demiyorum , o koridorlarda dolaşmış Maria Callas Leyla Gencer gibi starlarla aynı koridorlara ayak basmak, o görkemli meşhur binayı görmek, gözalıcı salonda şöyle bir etrafa bakıp iç geçirmek her sanatçının yapılacaklar listesindedir şüphesiz.

 Bu sene İtalya’da yaşıyor olmanın avantajıyla olabildiğince fazla temsil izlemek için fırsat kollamam da kaçınılmazdı elbette. Bilet bulmanın ne kadar zor olduğunu anlamak  için çok uzun bir sure geçmesine gerek kalmıyor İtalya’da. Nitekim satışa çıktığı gün sabah saatlerinde uygun fiyatlı diye nitelendirebileceğiniz biletler bile 5-10 dakika içerisinde tükeniyor. Yani yarın bir opera varmış , haydi gidelim düşüncesindeyseniz , ve eğer hala bilet bulacak kadar şanslıysanız ufak çaplı bir servet ödemek zorunda kalabiliyorsunuz.

La Scala’da izlediğim ilk temsil , Alman besteci Zimmermann’ın (1918-1970) Die Soldaten Operası oldu. Eser İtalya’da ilk kez sahneleniyordu bu sezon. Die Soldaten , Alman besteci Bernd Alois Zimmaermann’ın tamamladığı tek operası. Librettosu da bizzat kendisi tarafından Jakob Michael Reinhold Lenz’in aynı adlı tiyatro oyunundan birebir uyarlanmış. Dört perdelik opera , Cologne Operası’nda 1965 yılında yapılan prömiyerinin ardından Almanya, İngiltere , New York ve Tokyo’da sahnelenmiş. 17 Ocak 2015’da Teatro alla Scala’da izlediğim temsil  ise eserin İtalya prömiyeriydi aynı zamanda.


Die Soldaten


Devrim öncesi Fransa’sında savaş travmaları içerisinde kadın erkek ilişkilerini temel alan eser enteresan konusunun yanısıra  müzikal açıdan oldukça ilginç bir yapıya sahip. Eserde jazz armonileri , 12 ton tekniği , elektronik altyapılar hatta J.S.Bach’ın St. Mathew Passion’undan ezgilere bile rastlamak mümkün. Sahnede 16 şarkıcının yanı sıra 10 konuşan karakter yer almakta , sandalyeleri ve masaları perküsyon olarak kullanmakta. Orkestra ise oldukça kalabalık. Klasik orkestra çalgılarının yanı sıra sahne üzerinde ve çevrede(La Scala’da sahnenin hemen sağ tarafındaki birkaç balkon locası kullanılmıştı) 100 ü aşkın sanatçı çalmakta. Bunun haricinde sahnede speakerlar ve projeksiyon cihazları da kullanılmakta. Kimileri Alban Berg ile karşılaştırsa da , gerçekten farklı deneyimlenmesi(mümkünse canlı olarak) gereken bir eser, tam olarak bir kalıba koymak , tanımlayabilmek kolay değil. Açıkçası gerçekten iyi bir sahneleme gerçekleştirildiğini düşünüyorum. Rejideki kalabalık mastürbasyon sahneleri , çıplaklık ve oldukça zor partileri olmasına ragmen çokça hareketli oyun verilen solistler düşünüldüğünde belli ki rejisör Ingo Metzmacher cesaretli davranmayı tercih etmiş. Sahnenin arka planında yer verilen atların bir gövde gösterisi yapılmadan  kullanılması , dekorların dönüşümü , özellikle final sahnesindeki ışık kompozisyonunun yarattığı atmosfer , prodüksiyonun en dikkat çekici ve takdir edilesi unsurlarındandı benim için.

Sonuçta sahnelenmesi ve izlemesi çok da kolay bir eser değil , karmaşık yapısı, oldukça dikkatli bir izleyici istiyor. Belirtmek gerekir ki besteci 1957 yılında  eser üzerine çalışmaya başladığında , izleyici etrafındaki 12 sahnede gerçekleştirilecek bir şekilde planlama yapmış fakat bunun imkansız olduğu belirtilince vazgeçmiş. Her ne kadar bu plan , dünyadaki diger sahnelerde sahnelenmesini imkansız kılacak olsaydı da , insan merak etmeden edemiyor acaba bu karmaşık eser daha farklı bir yapıya otururmuydu, sonuç ne olurdu diye. Belirtmem gerekiyor ki İtalyan’ın bu denli farklı bir yapıda olmasına ragmen esere ilgileri ve sonrasındaki eleştirileri oldukça yüksek ve olumluydu.

Diğer izlediğim temsil ise G. Verdi’nin Aida operasının prömiyeriydi. Zubin Mehta yönetimindeki eserde orkestra şefi oarak ilk düşünülen isim vefatından once Lorin Mazel’miş. Elbette tek başına Mehta ismi bile istem dışı ayaklarınızı Scala’ya doğru yöneltiyor. Bir de belirtmek gerekir ki  İtalyanların Verdi başta olmak üzere İtalyan besteciler konusunda ciddi bir hassasiyetleri var. Buna daha once  de Roma’da izlediğim Verdi’nin Nabucco prömiyerinde şahit olmuştum. Verdi onlar için sadece bir besteci değil , aynı zamanda tarihsel önemi yüksek olan değerli politik bir figur. Eserleri çok iyi biliyorlar , dolayısıyla İtalya’da opera izlemek istenildiğinde çıtanın yükseltilmesi açısından Verdi çok akıllıca bir seçim diye düşünüyorum.

Aida

Eseri sahneye koyan Peter Stein, bir tiyatro rej.sörü olduğunu hemen hissettiiriyor. Alman rejisör , aslında klasik bir anlatım tercih etmiş , dönemden genel hatlarıyla çıkmamış , ikinci perdedeki güneş ve final sahnesindeki mezar konsepti özellikle çok akıllıca kurgulanmış , kostümler oldukça gözalıcı fakat Aida izliyorsunuz diye arka planda mısır piramitleri bekliyorsanız , boşuna beklemeyin , bunun için Arera di Verona’daki daha turistik ve klasik sahnelemeleri tercih etmeniz gerekecektir.

Bahsettiğim gibi İtalyanlar’ın Verdi ve opera sevgisi başka bir boyutta , eserleri çok iyi tanıyorlar ve sahipleniyor. Aida’nın en son genel provasında 3. Perde başlayacağı sırada balkondan bir seyirci , Mehta tam elini kaldırmadan önceki sessizlikte “Maestro , 2. Perdedeki dans sahnesini unuttunuz galiba!!!” diye bağırarak müdahale etti dersem ne demek istediğimin anlaşılacağını sanıyorum. Sonradan ekipten öğrendim ki , bahsedilen sahnenin kalkması, Mehta’nın tüm gönülsüzlüğüne ragmen Stein’ın tercihiymiş. Bu noktada anlaşılıyor ki Zubin Mehta da olsanız , bazı kararları tek başınıza alamayabiliyorsunuz, yani genelde bizim ülkemizde alışkın olduğumuz tek başıma karar alırım  , diğerleri de bana uyar zihniyeti, İtalya’da pek geçerli değil.

Aida


Benim için bir operayı izlerken kurumun kalitesini en çok orkestradan anlamak mümkündür. Çünkü solistler değişebilir , çoğu zaman ani değişiklikler yaşanabilir (ki bu temsilde de son dakikada rahatsızlığını bildiren tenor yerine , 2. Solist yerine geçmişti.) dolayısıyla solistlerin başarıları daha”bireysel” olarak nitelendirilebilir. Ama orkestra ve koro , beraberlik ve müzikalite açısından kurum kimliğini daha kolay anlamanızı sağlar. Nitekim La Scala’nın en önemli özelliklerinden biri kusursuz koro ve orkestrası. Uvertür ve 3. Perde girişindeki yaylıların partisyonları yabana atılacak türden değildir. Zubin Mehta gibi bir efsanenin de etkisiyle birleşince ancak böyle harika bir sonuç orataya çıkabilir. Aynı şeyi 1. Perdenin ikinci sahnesindeki koronun ensemble düzeyi için de söyleyebilirim.


Zubin Mehta
Ancak , Aida temsilinden en çok ne aklında kalacak , en çok ne tatmin etti derseniz , vereceğim tek cevap var… Amneris karakterini canlandıran Anita Rachvelishvili… Gürcü mezzosoprano öyle bir performans sundu ki deyim yerindeyse koltuklarımıza çivilendik, doğruyu söylemek gerekirse. Henüz sadece 30 yaşında olduğunu eser bitiminde internetten yaptığım araştırmada gördüm ve şaşırdım. Bu yaşta bir mezzo için inanılmaz sağlam ve oturmuş karakteristik bir sese sahip. 2007 yılında girdiği La Scala akademisinde Leyla Gencer ile de çalışmış olan sanatçı aynı zamanda Ülkemizde gerçekleştirilen 5. Leyla gencer Şan Yarışması’nda 3. Olmuş.  Aida sevdiğim bir operadır ama evde yalnız kaldığımda haydi bir Aida cd si koyayım diyecek kadar ön sıralarda değildir benim için. Daha önceki deneyimlerimde de bu karakter bu denli ilgimi çekmemişti. Fakat Anita’nın performansı , sahne üzerindeki tutkusu sapasağlam pesleri , sahne gücü gözünüzü bir an bile ayıramamanıza neden oluyor. Çıkışta ilk işim Scala Shop’ta kendisinin kayıtlarına bakmaktı. Bulamadım , fakat en azından ilgilenenler mutlaka sosyal paylaşım platformlarından ve alışveriş sitelerinden bir göz atsınlar , Yolu İtalya’ya düşecekler için de bu sezon Mart ayından itibaren La Scala’da Carmen operasında başrolde olacağını hatırlatmakta fayda var.

Birbirinden oldukça farklı yapıdaki bu iki eseri yakın aralıklarla Teatro alla Scala’da izledikten sonra sanırım ilk izlenimim elbette La Scala’nın haklı bir şekilde efsane niteliğinde yoluna devam ediyor olması. Bunun en büyük göstergesi daha once de belirttiğim gibi kurumun kimliğini yüksek düzeyde izleyiciye aktaran kusursuz koro ve orkestrası. Bu sene EXPO’nun Milano’da gerçekleşecek olmasının da  etkisiyle yaz ayları  dahil olmak üzere oldukça fazla sayıda ve çeşitlilikte eserlerle dolu bir programları var.  Sanatseverler www.teatroallascala.com adresinden takip edebilirler. Bir sanatçı ya da sanatsever için en önemli şeylerden biri , o sahneden ya da salondan tatmin olarak ayrılmaktır, işte La Scala , günümüzde bu tatmini yaşayabileceğiniz en önemli yerlerden biri, ertelememekte fayda var …


BARIŞ KEREM BAHAR, 2015



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder